” Altın Kalem ” Ödül Töreni

ÖĞRETMENDİR ÖĞRETİR, EĞİTMEK Mİ? BELKİ!

Avrupa Birliği konusunun sıkça gündemde yer aldığı şu günlerde haliyle eğitim anlayışımız da mercek altında. Bu konuda tüm algılarımızın açık olduğu bir dönemdeyiz. Eğitim-öğretim müfredatımız yenileniyor. Herkeste bir telaş, bir telaş… Avrupa ülkeleriyle kıyaslayıp duruyoruz eğitim-öğretim müfredatımızı. “Öğrenmeyi öğretmek” deyimi de son zamanlarda sıkça duyduğumuz ‘moda’ deyimlerden. Ezberciliğe dayalı diyerek itelediğimiz, eleştirdiğimiz, bahsi açılınca oflayıp pufladığımız eğitim sistemimizin gelmek istediği bir nokta var: Öğrenciyi bilginin hamallığından kurtarıp bilgiye giden yolu göstermek. Tamam, her şey iyi, güzel de… Peki ya biz öğretmenler hazır mıyız ‘sahne sırası’nda sergilememiz gereken role? Alışkanlıklarımızdan öyle bir çırpıda vazgeçebilecek miyiz gerçekten? Üzerimize sinen o bitkinliği ve miskinliği kaldırıp atabilecek miyiz hemencecik acaba? Bütün bunları niye mi soruyorum? İğne-çuvaldız hesabı; dönüp de kendimize bakmak istedim birazcık sadece.
Bir seminerde, -sanıyorum- Afrikalı bir profesör anlatmıştı: Üç aylık çocuğu olan bir anne doktora gider. “Doktor size çok erken geldiğimin farkındayım ama çocuğumu çok güzel eğiterek yetiştirmek istiyorum. Bu nedenle önerilerinizi almaya geldim.” der. Doktorun yanıtı ilginçtir. “Hanımefendi, çocuğunuzun eğitimi için çok geç kalmışsınız, en geç üç aylık hamileyken gelecektiniz.” Buradan da anlaşılıyor ki, eğitim anne karnında başlayıp ölünceye kadar devam eden bir süreçtir. Bu süreçte, yani bir çocuğun eğitiminde anne-babanın rolü çok büyüktür. Ama en az anne-baba kadar -hatta zaman zaman onlardan daha fazla- önemli bir role sahip kişi daha vardır: Öğretmen.
Anneler, çocuklarının eğitimleriyle ilgilenir, sonra onları öğretmenlere teslim ederler. Peki bir öğretmen, öğrencinin eğitim sürecinde nerededir? Nerede bulunmalıdır? “Acaba bir öğretmen, öğrencinin neyidir?” sorusu, öğretmen olmayı kafaya koyduğum lise yıllarında beynimi kemirip dururdu. Bu soruya cevap bulmak için illâ da öğretmen olmam gerekiyormuş meğer! Bir öğretmen, öğrencisinin her şeyi olmasa bile birçok şeyidir: Öğreteni, eğiteni, rehberi, yol göstereni, ışık tutanı, sırdaşı… Ama en çok da yol göstereni… Öğrencilerinin dünyasını genişleten, genişletirken de içini boşalttığımız tüm yüce kavramların ve tanımların içini doldurmaya çalışan kişidir öğretmen. Alanında bilgili, kendini yetiştirmiş, entelektüel donanımı ile yol göstericidir. Yol gösterici olan öğretmenin görevi öğretmek midir sadece? Tabiî ki hayır!..
Teknolojinin baş döndürücü bir hızla geliştiği ve -M.Mc Luhan’ın deyişiyle- dünyanın ‘global bir köy’e dönüştüğü günümüzde öğretmenin görevi, öğrenciye bilgiye ulaşmanın yollarını göstermektir. Yetiştirdiğimiz öğrencilerin donanımlı, çok yönlü, iletişime açık, sorgulayan bireyler olması için öncelikle bizim bu kavramların içini doldurmamız şart.
İyi bir öğretmen olmak, öncelikle iyi bir insan, araştıran ve sorgulayan bir kimliğe sahip olmakla başlar.
Evimdeki duvar panosunda bir alıntı yer alıyor. Unutmamak için sıklıkla okuduğum bir metindir bu. Sizlerle de paylaşmak istiyorum bu alıntıyı, daha doğrusu ABD’de bir lise müdürünün her sene başında öğretmenlerine gönderdiği mektuptan bir bölümü: “Bir toplama kampından sağ kurtulabilen insanlardan biriyim. Gözlerim hiçbir insanın görmemesi gerekenleri gördü; iyi eğitilmiş mühendislerin inşa ettiği gaz odaları, iyi yetiştirilmiş doktorların zehirlediği çocuklar, işini iyi bilen hemşirelerin öldürdüğü bebekler, lise ve üniversite mezunu insanların vurduğu, yaktığı kadın ve çocuklar… Eğitimden bu nedenle kuşku duyuyorum. Sizlerden isteğim şudur: Öğrencilerinizin insan olması için çaba harcayın. Çabalarınız, bilgili canavarlar, becerikli psikopatlar üretmesin. Okuma, yazma, matematik, çocuklarınızın daha fazla insan olmasına yardımcı olursa, yalnızca o zaman önem taşır.”
Erasmus, “Bir ulusun gerçek umudu, gençliğinin iyi eğitilmesinde yatar.” der. Bir öğretmen olarak öğrencilerimizin eğitimlerinde hedeflenen en yüksek noktaya ulaşmasında payımız büyük. Öğrencilerin bulundukları aile ortamı da bu konuda çok önemli ama öğretmenlerin rolü bambaşka! Bu konuyla ilgili olarak bir öğretmen arkadaşım şöyle demişti: “Bir sürü alet-edevatı topla, son model araç-gereçleri getir sınıfa, onları yönlendirebilecek, yönetecek bir beyin olmadı mı bir işe yaramaz!” Biz ne kadar çoklu zekâ teorisinden, iş birliğine dayalı eğitim modelinden, yapılandırıcı kuramdan bahsedersek bahsedelim boş! Öğretmenlerimizin, öğrencilerinin yeteneklerinin farkında olan ve onları doğru yönlendirebilen bireyler olması gerekiyor öncelikle. Yeteneklerimizin, birey olmanın bizlere getirdiği gücün farkına vardığımız zaman ancak öğrencilerimizin hayatında daha iyi bir model olabiliriz. F. Nietzche,“Kim temelde öğretmense, öğrencileriyle ilgili bütün her şeyi ciddiye alır, kendini bile.” der. Gerçekten de öğretmen, öğrencilerin eğitimiyle ilgili her şeyi ciddiye almalıdır, yani bu konuda farkındalık oluşturmalıdır. Farkındalık, her zaman gücü beraberinde getirir.
Bir öğretmenin aynı zamanda söyleyeceği kendine ait bir sözü olmalıdır. Kendine has bir duruşu, bir tavrı da… En çok da ufku geniş ve ileri görüşlü olması beklenir ondan. Eğitim-öğretim öyle bir süreç ki, öğretmenin her an dinamik, enerjik ve heyecanlı olması kaçınılmaz. Her öğretmen kendi ‘kişisel menkıbesini’ yaşar öğretirken. “Ben bir öğretmenim okulların birinde!/ Duymayı düşünmeyi öğretirim derslerimde” derken şair Gündüz Göktürk ne güzel dile getiriyor bir öğretmenin ‘öğretme’ serüvenini. Öğretmen öğretirken, kendisi de öğrenendir aslında. Okuduğu mavi bulutlu kitap sayfalarını, yaşama dair küçük fotoğraf karelerini, bir sinema filminden damıtılmış sözleri, bir tiyatro sahnesine sığdırılmış onlarca hayatı, gördüğü bir şehrin medeniyet izlerini, dünyanın imbiğinden geçirilmiş tüm şiirleri öğrencilerine götürendir. Bütün bunları götürürken aynı zamanda onlara ‘erdemin faziletlerini, zorbaların sadece görünüşte galip geldiklerini ve çalışılarak alın teriyle kazanılan bir liranın bulunan beş liradan çok daha kıymetli olduğunu’ da anlatandır. Ne diyordu Abraham Lincoln, oğlunun öğretmenine yazdığı mektupta: “Öğrenmesi gerekli, biliyorum; tüm insanların dürüst ve adil olmadığını. Fakat şunu da öğret ona; her alçağa karşılık bir kahraman, her bencil politikacıya karşılık kendini adamış bir lider vardır. Her düşmana karşılık bir dost olduğunu da öğret ona.”
Lincoln’e göre, bir öğretmen, öğrencilerine daha çok şey öğretebilir: “Kazanmaktan neşe duymayı, kaybetmeyi bilmeyi, sessiz kahkahaların gizemini, kitapların mucizelerini, gökyüzündeki kuşların, güneşin yüzü önündeki arıların ve yemyeşil yamaçtaki çiçeklerin ebedi gizemini, okulda hata yapmanın hiçbir şey yapmamaktan çok daha onurlu olduğunu, göz yaşlarında hiçbir utanç olmadığını, herkesin sadece kendi iyiliği için çalıştığına inananlara dudak bükmesini, kendi fikirlerine inanmasını, nazik insanlara karşı nazik, sert olanlara karşı sert olmasını, tüm insanları dinlemesini, fakat tüm dinlediklerini gerçeğin eleğinden geçirmesini ve sadece iyi olanları almasını öğrenmeyi…”
Bir öğretmen olarak, yanlış attığım her adımın, öğrencilerimin eğitiminde üst üste konması gereken tuğlaların birinin yıkılması anlamına geldiğinin farkındayım. Hele iyi örülmüş bir duvarda gedik açmak! Bu en korkuncu olurdu herhalde! Eğitimin en büyük düşmanının cehalet olduğunu görmek, bunları öğrencilerime göstermek en büyük idealim. Çünkü biliyorum ki; cehaleti yenemediğimizde bizi bekleyen en büyük tehlike ona alışmaktır. Tıpkı güneşin, karanlığa alışanların gözlerini rahatsız ettiği gibi, cehalet de bilginin ışığından rahatsız olur. Her öğretmen, ışığın sadece umudu olanların karanlığını aydınlattığını, kutup yıldızlarının da sadece uzağı görenlerin, uzaklarda farklı bir yaşamın var olduğunu düşünenlerin yolunu göstereceğini bilmelidir. Bilmeli ve öğrencilerinin de bilmesini sağlamalıdır ki verilen eğitim amacına ulaşsın.